Rss Feed
  1. Beyhude Ömrüm

    19 Mart 2009 Perşembe

    Doğrusu güne başlarken merak ediyordum, bir doğum günü daha ne kadar kötü geçebilir diye? Hem muazzam derecede hastaydım -ki süründüren bir hastalıktır nezle+grip bileşimi- hem de yıkılmış bir köprünün onarılamayacağını anlatmaya çalışıyordum seslenene karşı olanca sessizliğimle. Hal böyleyken pek de -benim tabirimle- "sevindirik" geçecek bir gün umut etmiyordum ama beklenmeyeni öngörebilmekti önemli olan. Zaten soracak olursanız son liseyi bitirdiğim yıldan bu yana doğum günleri yılın diğer 364 gününden farklı değildi benim için. Zaten halet-i ruhiyem de fena halde değişiklik göstermekte yıllardır. Kendimi bile çözememişken ben, nasıl anlayabilirdim dostlarımı, arkadaşlarımı,.. ? Bu gidişim, sona doğru. Nefes alıp verişlerimi sayan tarafından alınacak emanete -ki emanet yalnızca O'nadır- gereğince bakma çabası olarak görülmeli arz üzerindeki yerli yersiz çırpınışlarım. Şimdi o dostlardan birine ses verme zamanı:

    "Güzel insanlar tanıdım bu dünyada. Anlarlardı, telleri kırık şemsiyelerin dilinden. Dalıp giden gözlerin nereye bakmadığını anlarlardı.
    Güzel mektuplar aldım. Yüz defa okunur mu bir mektup?... İşte ben yüz defa okunan mektuplardan aldım.
    Güzel yollardan geçtim. Dönüp bir kez ardıma baksam, ikinin hatırı kalırdı. Sonra üçün, sonra dördün...
    Güzel akşamlar yaşadım. Hiç bitsinler istemezdim.
    Güzel nehirlere rastladım. Ağaçlara çarpmamak için durmadan kıvrılırlardı.
    Güzel şarkılar dinledim. Güzel denizler gördüm. Güzel yağmurlarda ıslandım.
    Güzel "Dostlarım" oldu. Umutsuzluğumu ikiye bölüp, büyük olanını kendileri alırlardı.
    Güzel rüyalar gördüm. Güzel sabahlara uyandım.
    Yaşayıp giderken ardıma baktım da demin, güzel şeymiş dedim şu yaşamak; ama..."

    İşte böyle diyordu gerçek bir dost -haklı olarak- sitemkâr bir üslupla. Haklıydı, çünkü dört senedir paylaşılmıştı bir kuru ekmek, bir battaniye, bir kitap, bir yastık.. Bu bünye ancak satırlarda özür dileyebilirdi özü sözü bir olan o insandan. İşte diyordu bile: Özür diliyorum birader!"

    Beyhude geçen bir ömür ne zaman nihayete erer var mıdır bilen? İşte sonsuzluğa bir adım daha yaklaştığım günlerden bir gün. Üzülüyorum be, gerçekten üzülüyorum. Çaresizliğime, nefsime, turbo fırınlara layık bu günahkâr bedene, anlayışsızlığıma, gözyaşlarıma, sosyalliğime ve her şeyden önemlisi kelimelerin kifayetsiz kaldığı anlara üzülüyorum be!

  2. "Memleket İsterim"

    18 Mart 2009 Çarşamba

    Memleket isterim
    gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
    kuşların çiçeklerin diyarı olsun.

    Memleket isterim
    ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
    kardeş kavgasına bir nihayet olsun.

    Memleket isterim
    ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;
    kış günü herkesin evi barkı olsun.

    Memleket isterim
    yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
    olursa bir şikâyet ölümden olsun.
    Cahit Sıtkı Tarancı
    Nereden esti diyebilirsiniz şiirle yazıya giriş yapmak. Hemen anlatayım: 16 Mart’ta Mahsun Kırmızıgül’ün ikinci filmi olan “Güneşi Gördüm”ü seyrettim. Kimse film eleştirmeni olduğumu zannetmesin -ki riskli bir iştir eleştirmenlik- . Amacım amiyane tabirle bir toplumsal yaraya dikkatleri celbetmeye çalışan yönetmene destek vermektir. Filmi seyredenleriniz şiiri hatırlayacaktır. Ali Sürmeli ne de içli okur şiiri. Cahit Sıtkı’yı da anmadan geçmek olmaz tabii bu noktada. “Otuzbeş yaş”tan sonra akla ilk gelen eseri “Memleket İsterim” olmuştur.
    Bu filmle birlikte sanırım “Beyaz Melek”teki başarının tesadüfî olmadığı anlaşılmıştır kimi çevrelerce. Dikkatimi çeken nokta Mahsun Kırmızıgül’ün her iki filmde de sosyal içerikli sorunları işlemiş olmasıdır. Çekeceği üçüncü filmin –umarım çeker- konusunu şimdiden merak eder oldum. Oyunculuğunda da geçen filme nazaran belirgin bir iyileşme görülüyor.
    Filmin kendisine konu aldığı sorun çok su götürür. Ben, burada sadece tavsiye niteliğinde birkaç noktaya değinmek istiyorum. Öncelikle kabul etmek gerekir ki, yıllar yılı bu ülkede hizmet(!) Sivas’ın ötesine geçemedi -düşünmek gerekir neden diye?- ve insanlar safi şivelerinden ve ten renklerinden dolayı en şiddetli yaftalanmalara maruz kaldılar. Bu noktada –eğer okuduysanız- bir önceki yazım “Empati”yi hatırlamış olmalı bellekleriniz. Oysa o zamanlarda bizler kanser olmayacağımızın verdiği rahatlıkla(!) boğaza karşı çaylarımızı yudumluyor ve ufku seyrediyorduk onlardan habersiz. İnsanları “öcü” gibi aksettirme politikası bir nesli faşizan duygulara gark etti. Son yıllarda ülkenin doğusunda görülen devlet-millet yakınlaşması umut veriyor gelecek güzel günler için. Madalyonun öbür yüzünde ise devleti “öcü” gibi gösteren bir terör örgütü var. İşte insanların devleti bir kara trenden ibaret sandığı o yıllarda terör örgütü “sizler için, eşitlik ve özgürlük uğruna..” gibi beylik laflarla köylerinde hallerince yaşayan naif insanları kandırmış ve terör örgütüne destek vermelerini sağlamıştır. Süreç içerisinde gördüklerimizden yola çıkarak, kimse ben sütten çıkmış ak kaşığım deme hakkına sahip değildir. Bir soru daha var insanı işkillendiren: Yaklaşık otuz senedir verilen silahlı mücadeleye rağmen terör örgütü nasıl hala varlığını sürdürebiliyor? Sorular uzar, uzar, yol olur. Bu yazının da burada nihayete ermesi gerekir ama başladığı gibi Cahit Sıtkı ile onla da sona ermeli diye düşünür yazar:
                Memleket isterim
    ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
    kardeş kavgasına bir nihayet olsun.




  3. Empati

    12 Mart 2009 Perşembe

    "bildim ki nihan bela imiş aşk
    bir dertli macera imiş aşk"
    Fuzuli

    Yazı yazmanın o dayanılmaz hazzını anlatabilmek, okuyucuya da o hazzı yaşatabilmek gibisi yok. Kurduğunuz sosyal ağlar sayesinde birçok açıdan birbiriyle farklılık gösteren insanları gözlemleme imkânı buluyorsunuz ve olaylara bakış açınız değişiyor bu geniş perspektifle beraber. Artık yeri geldiğinde O kız gibi düşünebiliyor, berideki genç gibi susabiliyor, şuradaki amca gibi vakar olabiliyor, bankta oturan teyze gibi duyarlı olabiliyor, parktaki çocuklar gibi umursamaz bir tavır takınabiliyorsunuz. Ve bu “empati” dedikleri olgunun hücrelerinizi istila(!) ettiğinin bir tezahürü olarak yorumlanıyor.

    Her ne kadar “empati” kelimesi batı menşeli olsa da Türkçeleştirmede yaşanan sıkıntı nedeniyle biz de bu kavramı olduğu gibi kullanmaya devam edeceğiz. Empatiyi en amiyane tabiriyle “halden anlamak” olarak tanımlayabiliriz. Dünyanın bizim etrafımızda dönmediğinin yani dünyanın merkezinin biz olmadığını idrak edebilmemiz için “empati” becerisini kazanmanın gerek şart olduğunu bilmek lazım. Peki, nasıl halden anlarız ya da anlayabilir miyiz? Halden anlamak, biraz his tercümanlığıyla, biraz alttan almayla, biraz sevgi, biraz dostlukla ama en çok da paylaşmakla kazanılan bir değer. Kimi zaman kolunu omzuna koyarsın ve uzaklara dalarsınız beraber kulakları sağır eden bir sessizlik eşliğinde. Kimi zaman final geceleri aynı kahveye ortak olursunuz telvesiyle birlikte. Kimi zaman yürürsünüz uzun ince bir yolda ve ıslanırsınız -şemsiyeniz olmasına rağmen - sırılsıklam oluncaya dek. Kimi zaman gözbebeklerine bakarsınız-göz kapaklarınızın mukavemetine karşın- ölesiye. Konuşmazsınız belki ama anlarsınız halden ve o anlar sizin anladığınızı halden! Belki de empati iki insanın ahenginin akordudur. Evet, evet öyledir. Empati bir akort ayarıdır bünyelere.

    Yazar, yıllar evvel bir geometri soru bankası kitabının en alengirli sayfalarına nakşetmişti şu cümleyi : “Aşk, Eylül ıssızı sokaklarda üşüyen ellerimin sana kavuşmasıdır.” O anda yazar kendini Necip Fazıl’ın “Kaldırımlar”ının yer aldığı sokakta hissetmişti kendini: Yağmurlu, soğuk bir kış gecesinde sokak lambasının önüne düşen titrek ışığıyla karanlığı tutmaya çalışan bir adam. Vücudunda yağmur suyuyla buluşmamış zerre kalmayan biçarenin akıbetini bugün dahi bilen yoktur. Karanlığa yürümüştür ve gözden kaybolmuştur ıssız sokakların bekçisi, pamuk ellerin kiracısı. İşte o zaman eksik olan bir şey vardı çerçevede: “El sahibi”nin durumdan bihaber oluşuna “empati” yoksunluğu da tuz-biber olunca resim siyah-beyaz oluvermişti planlananın aksine.

    Anlaşılan o ki ısmarlama olmuyor ne denemeler ne de aşklar. Hayatı lineer olmaktan çıkarmayı gaye edinmek gerek başlangıç noktasında. Bugün ile yarının arasında anlamlı bir fark olmalı karlı sayılabilmek için. Peki, sadece vitrindekilere gösterilen bu ilgi neden? -herkese dâhil olan- Kimselerin görmediği çok da şatafatlı olmayan bir elbise var öte yanda. Gözlere inen perdenin esrarı herkesin içinden bir kimse(!) olmaktan kaynaklı olmasın sakın? Halden anlayan yok mu biri, herkes olmayan biri, tüzel ya da sanal değil gerçek biri! Hâsılı kelam, halden anlayanlardan olmayı talep ediyor ve bu yazıyı bir kelimesinde dahi kendini bulanlara hediye ediyoruz.