Rss Feed
  1. Sergüzeşt-i Tedrisat

    23 Kasım 2008 Pazar


    Her zaman söylediğimi söylüyor ve “yazmak bir ihtiyaçtır” diyorum yine. Yaklaşık 4 aydır klavyenin başına geçip de yazmaya vakit bulamamak nasıl bir bahanedir bilemiyorum ama bu işi özlediğimi söyleyebilirim tüm samimiyetimle.
    Bu yazı, bünyesinde, pişmanlıkla birlikte zararın neresinden döndüğünü kestiremeyen genç bir adamın hikâyesini de barındırmakta. Okudukça ne kadar az okuduğumuzu anlıyor ve hicap ediyoruz bu halimizden. “Okuma bilinci nasıl kazandırılır? “ sorusuna ayrıntılarıyla cevap verebilecek teknik donanıma sahip değiliz, yalnız iş işten geçmeden, “okuyacak vaktim yok” diyecek vakte ermeden okumak gerek en faidelisinden sahifeleri. Kitaplar birer hazine sandığı. İçlerinden çıkacak ganimet, okuyanın kitabın dipsiz madeninden çıkarabildiği cevherle orantılıdır. Tabii her kitap dipsiz cevher muhteva etmez, etmemeli de zaten. İyi kitapların varlığının değerinin anlaşılabilmesi için kötü kitaplar da olmalı küre-i arzda.
    Hepimiz Cin Ali ile başlamışızdır okuma serüvenimize. Peki ya sonrası? Sonrası muammadır bizim için. Biz ders kitaplarımızı elimizden düşürmezken, esas okumamız gereken literatürde kütüphanenin tozlu raflarında beklerdi her daim. Sınavlarla yoğrulmuş bir eğitim sisteminde, ölçme-değerlendirme (!) bilgiyi ölçmezdi asla. Kimin daha iyi ezberlediğini bulmaya yönelik sınavları tamamına yakını. En ön sırada saçları örgülü bir kız vardı, hani kafası sürekli eğik, elleri periyodik aralıklarla sayfa çeviren adını hatırlamadığımız kız! İşte o “ben buradayım” derdi ya her sınavda, hatırladınız şimdi değil mi?
     Eğitim sistemi dediğimiz olay ne menem bir şey ise bir türlü belini doğrultamadı bu coğrafyada. Köy enstitüleri ile temeli atılan o ezberci zihniyet günümüzde –ivmesini yitirmesine karşın- etkisini sürdürmekte. Aslında Köy Enstitülerinin kurulduğu 1940 yılını değil de, kuruluş amaçlarından saptıkları 1946 yılını milat olarak almak gerekir. Kuruldukları 1940 yılında konjonktür olarak Köy Enstitülerine ihtiyaç olduğu muhakkak idi, zaten "iş için iş içinde eğitim" ilkesiyle yola çıkmış olmaları da bunun en bariz delili. Siyasetin o çirkef yüzü 1946 yılında da kendini gösterdi ve seçim kaygısıyla Köy Enstitülerinin müfredatında ve yapılanmasında değişikliğe gidildi. Nihayetinde 1954 yılında Köy Enstitülerine kilit vuruldu. Dediğimiz gibi kuruluşundaki safiyane düşünce itibariyle Köy Enstitüleri o yıllarda gerekliydi, ne zaman ki ezberci zihniyet dayatılmaya başlandı genç dimağlara Köy Enstitüleri geçerliliğini yitirdi. İşte Köy Enstitülerini ezberci zihniyetin miladı saymamızın temeli bu müfredat değişikliğidir. Ta o zamanlardan birileri “teorik eğitim bir başına ziyan olur, bunun yanına bir de pratik eğitim verilirse işte o zaman dört başı mamur olur” demiş. Nietzsche’nin “biri ölümcül hastalığa yakalanmışsa kimse onun doktoru olmamalı” ve “ biri düşmüşse onu daha da itmeli” sözleri “biz”le ne derece bağdaşıyorsa, ezberci eğitim(!) sistemi de o derece faydalıdır. Neyse ki sesimizi duyan oldu da, son yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı ilk ve ortaöğretimde, Yüksek Öğretim Kuruluda üniversitelerimizde –ki yüksek öğrenimde verilen eğitim apayrı bir tez konusudur- hummalı bir eğitim-öğretim güncelleme çalışması içerisine girdiler. Yakın gelecekte eğitim-öğretimdeki bu değişim ve gelişmelerden geri bildirimler alınacaktır. Bizde oluşan ilk intiba bu arzu ve istekle bu işin kotarılacağı yönündedir.
    Ümidimiz odur ki, yeni nesiller ağabeylerinin, ablalarının çektikleri ıstırapları çekmesinler. 
    Ümidimiz odur ki, yeni nesiller 100 temel eseri okumakla yetinmeyip fazlasını talep eder olsunlar. 
    Ümidimiz odur ki, yeni nesiller sorumluluk sahibi birer birey olmanın cesaretine sahip olsunlar.
    Ve ümidimiz odur ki, çevresine katma değer sağlayacak projelerin iştiyakı içerisinde olsunlar.