Rss Feed
  1. Bayram, Merhamet ve Tebessüm

    28 Ağustos 2011 Pazar



    Bir Ramazan Bayramı’na daha kavuşmak üzereyiz. Artık geleneksel hale gelen bayram yazılarının bir diğeriyle karşınızdayım sevgili okur.

    Ramazan farklı bir iklim; özellikle İslam’la kendini bulan Türk kültürünün de esintileriyle Ramazan bir başka geçiyor Anadolu coğrafyasında. İçimizdeki merhamet duygusu canlanıyor en başta. Basite indirgemek için söylemiyorum ama aç ve susuz kalmak, bize nefsimizin önüne geçip bazı konularda daha sağlıklı düşünebilmemize fırsat tanıyor. Çok geçmiş vakte gitmeye gerek yok. Sıcaklığını yıllardır koruyan ve her geçen gün alevlenen bir dram var gözümüzün önünde yaşanan: Somali. İnsanlar bir yudum temiz suya, bir lokma ekmeğe muhtaç. Çocuklar, sokaklarında gönüllerince pedal çeviremiyor Somali’de. Bisikletleri yok belki evet ama olsa da o bisikletin pedalını çevirmeye dermanları da yok. Duyarsız kalmadı Türk halkı bu drama. Az çok demedi, verdi de verdi. Kara kıtanın bahtı da kara olmasın diye tüm çabalar. Dünyanın bir ucunda da olsa Müslüman kardeşine el uzatan devletimizden ve milletimizden Allah razı olsun.

     Bayram deyince anılar canlanıyor zihinlerde. “Nerede o eski bayramlar?” diye soranların merakları da bundandır. Geleneğini, örfünü, âdetini, ananesini unutmayan, inkâr etmeyenler bu soruyu sormaya pek ihtiyaç duymazlar. Olsa olsa “Ah canım dedem, biricik dayım sizler de aramızda olsaydınız ne de iyi olurdu” derler. Gelenekleri devam ettirmek metaya kul olmamak için gerek şart değildir ama yapılması çok güçlü bir koruyucu kalkandır. Sarılan sarmalar, açılan baklavalar, hazırlanan mendiller, öpülen eller, tebessüm eden yüzler, kolonyayı yüze sürerken kapanan gözler, jilet gibi ütülü giyilen bayramlıklar, semaya açılan eller: Bunlar bir “ritüelin” parçaları ve anıların mimarları.

    Birkaç hatırlatma yapmak istiyorum:

    Bayramlar en müstesna zaman dilimleridir ve bayramlarda dargınlık hiç olmaz. Dargınsanız birine ilk adımı siz atın, alttan alın, gerekirse o gururunuzu ezip geçin; pişman olmayacaksınız. İki küs insan tanıyorsanız, barışmamak konusunda keçi gibi inatçı; köprü olun ve onları barıştırın. Gayret gösterin, duyarsız kalmayın. Bencillik, umursamazlık gibi hasletler bizlik değil.

    Başta kabir ziyaretlerini yapmak üzere, yakın akrabaları da ziyaret etmek, hal ve hatır sormak lazım. Gidemiyorsak telefon açmak, telefon açamıyorsak mesaj/mail atmak ve hatırlandıklarını hatırlatmak gerekir.

    Son olarak da “sevindirmek” Bayramlarda yalnızlık ne demektir bildiniz mi siz hiç? Bir huzurevinde yahut bir çocuk esirgeme kurumunda –emin olun- yolunuzu gözleyen insanlar var. Kim olduğunu bilmediğiniz insanları, hiçbir menfaat beklemeksizin sevindirdiğinizde inanıyorum ki Rabbim de sizden razı olacak. Birilerinin yüzündeki tebessüm olmaya çağırıyorum sizleri bu bayram. İyilik hala var, ben buna inanıyorum. İyilik sizinle var: İyilik sıcacık bir gülümsemenizle –aslında siz bilmeseniz de- dünyaları hediye ettiğiniz o masum yüreklerde var. İyi ki varsınız, hepiniz birer pırlantasınız.

    Bayramı bayram gibi idrak edenlerden olmanızı niyaz ediyor, sizlere ve ailelerinize esenlikler diliyorum.

    Not: Yazı güncellenebilir.

  2. Samimiyet Üzerine

    16 Temmuz 2011 Cumartesi

    Kısa bir izahat ile başlamak istiyorum: Yazdığım yazıların arası açılmaya başladı ve bu durum yazmayı çok seven beni bir hayli rahatsız ediyor. Durup düşününce üzerimdeki ataleti kırabilmek için hayatımdaki yarı planlı-yarı spontane düzenin biraz daha şekillenmesi gerektiğini gördüm. “Getting Things Done” yapma vaktidir. David Allen abimizin geliştirdiği GTD modelini tam olarak uygulaması ciddi manada zor olsa da bir takım kurallarını uygulamak ataleti atmak anlamında size yardımda bulunuyor. Bu kısa durum izahatından sonra samimiyet üzerine olan yeni yazıyı okumaya başlayabilirsiniz sevgili okur.

    Samimiyet üzerine dertleşeceğim bugün, hani şu modern dünyanın insanlarının lügatlerinden silindiği, silinmekte olduğu kelime. Samimiyetin öncesi ihlâs, ötesi güvendir. Amellerinde rıza-i ilahi olanlar, görünürde kaybetseler dahi kazananlardır gerçeğini göz ardı etmemek gerek. Yitirdiğimiz bir değer samimiyet ve insanlar gitgide riyakâr olmaya, gerçeklerin üzerini örtmeye başladılar. Çıkılan yol her ne olursa olsun, gönüllerde Allah rızası varsa samimiyet de vardır. Efendimiz de şöyle aktarmıştır: Allah buyuruyor ki; ‘Kulumun en çok sevdiğim ibadeti,  bana karşı samimi olmasıdır.” Rabbine samimi olmayan, O’nun kuluna nasıl samimi olsun? Ve samimiyet ise beraberinde güveni tahsis eder ki gönüllerin bir ve beraber olması buna bağlıdır.

    Gıdasını paradan, menfaatten yani metadan alan suni ilişkilerin yalan dünyasında yaşıyoruz. Başta samimiyet olmak üzere, vefa, yardımlaşma, hatır sorma, aşk, sevgi gibi kavramların içini boşaltmış ve mumyalamışız. Suni ilişkilerin fotosentez yaptığı bu yalan dünyada oksijen değil karbondioksit soluyoruz. Yüzlerimizde bir maske var ama adı gaz maskesi değil: Riya maskesi.

    İnsan dünyaya payına düştüğünce çile çekmeye gelmiştir ve gönül işleri bu haddi doldurmak için bulunmaz bir nimettir. Bazen bir taraf, bazense her iki taraf samimiyetten uzak, yalanlar üzerine temellendirilmiş bir ilişkiyi bina ederler lakin sonu hüsrandır. –Biz yazımızda bir tarafın samimiyetsiz olduğu durumdan dem vuracak, ona göre meyil alacağız.- Helal dairesi çerçevesinde yaşanmasında -kendimce- bir sakınca görmediğim gönül işlerinde taraflar birbirlerinin hassasiyetlerine en baştan kulak vermeli, ortak noktalar bulunmalı ve anlatılması gerekenler noktasına virgülüne dokunulmadan apaçık anlatılmalı zira insan daha sonradan “gerçekleri” kendi öğrenince sükût-ı hayale uğruyor ki o hissiyatı anlatabilmeye kelimelerin dirayeti yok. 

    Gerçeklerin Mülk suresinin bir ayetinde şöyle buyurulur: "Sözünü ister gizleyin, ister açığavurun; bilin ki o, sînelerin özünü bilir. Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır" (el-Mülk, 67/13-14). Ayetten de anlaşıldığı gibi gerçekler saklanmaya çalışılsada Yaradan her şeyden haberdardır ve Allah er ya da geç saklanılanları gün yüzüne çıkarır. Bir sure önce bir arkadaşım, bir hanım kişiyle bir ilişkinin eşiğinden dönmüş ve büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştı. Hanım kişinin ondan sakladıklarını öğrenince daha da bir kendinden geçip “Allah korumuş” diye kendini şanslı hissetmişti gerçekleri tez öğrendiği için. Başın sıkıştığında yahut herhangi bir anda yalana başvurmak bu kadar mı kolay? Özü, sözü bir insan olmak bu kadar mı zor?

    Monolog: Tek bir şey arıyorum: Samimiyet. Girişte de belirttiğimiz gibi samimi olabilmenin öncülü kalplerde Allah rızasının olması. Allah rızası ile baş koyulmuşsa bir yola samimisindir ve karşındakinde o güveni tahsis etmişsindir. Mutluluğun bir formülü, bir sırrı yok işte. Mutluluk, samimilikle doğru orantılı; apaçık olduğun sürece gönlün de güler; çünkü yetmez sadece yüzündeki ve hatta gözlerindeki tebessüm. Belki korkuyorsundur, “duyarsa ne der” diyerek ama söylemeyerek sadece kendine yapmıyorsun kötülüğü. Güven aşıladığın o çınar ağacına kötülüklerin en aşağısını yapıyorsun. Unuttuğun ve hatırlaman gereken bir şey de var ki o da şu: "İstediğin kadar namaz kıl, sadaka ver. Güven aşılayıp da yarı yolda bıraktığın insanın gönül sadakasını iki dünyada veremezsin" Yalan söyleyerek kendini kandırabilirsin ancak. Gönül yarası kapanır da gönül fetvan seni affetmez. Hadis-i şerif şöyle buyuruyor: “Allah Teâlâ sizin bedenlerinize ve yüzlerinize değil, kalplerinize bakar.” Ne cisminin güzelliği ne de yüzünün masumane görünüşü mühim olan, mühim olan kalbinin saflığı ve samimiyeti. Samimiyetten uzak o gülüşlerinle aldatan değil aldanansındır aslında sen. Ve ibret alan değilsindir, ibret alınan olmuşsundur artık. Kirlenmiş ve riyakâr gönlünü çekmenin vaktidir Anadolu’nun saf çocuğu olan yiğitten. Sahte hayatın, manipüle edilmiş gülüşlerin ve sözde arkadaşlarınla birlikte samimiyet kıyısından o kadar açığa açılmışsın ki geri dönebilme ihtimalin için “imkânsız” tahminim bile iyimser kalıyor. Ne seviniyorum bu haline ne de acıyorum. Allah ıslah etsin diyebilir ve dua edebilirim sadece.

    Samimiyet dediğimiz şey kalplerin birbirine ısınması için bir katalizör görevi görür. Sevmek neyse işte, bir önceki adımı gönüllerin samimiyetidir. Bir çift yüreğin masumiyeti yetmez samimi olmaya. Aydınlıkta kalmayan tüm noktalar aydınlatılıncaya kadar tam anlamıyla bir samimiyetten de söz edilemez aslında. Samimiyeti sağlaması böylesine zordur; çünkü samimiyet beraberinde güveni getirir. Güven tahsis edilememiş ilişkiler, çürük bir zemine Taipei101 binasını inşa etmenin hayalini kurmaktır. 

    Samimiyet, duygularını gönül imbiğinden süzüp, öylece safiyane aktarmaktır. “Aramakla bulunmaz, ama bulanlarda arayanlardır.” Hakikat ise gözümüzün önünde durmaktadır: Özü, sözü doğru olmak her kapının olmasa da birçok kapının kilidini açacaktır. Ve unutmadan, samimi olmak bazı zamanlar üzer insanı çünkü gerçekleri işitmeyi her bünye kaldıramaz, hiddetlenir, öfkelenir, nefret edebilir. Her şeye rağmen hayatta, hayata karşı samimi olmanın mükâfatı er ya da geç sahibini bulacaktır. İnanıyorum, yeryüzünde hala iyi ve samimi insanlar var. Bir gün onlardan birisi karşıma çıkacak ve ben o cümleyi kurma şerefine nail olacağım: “Korkma, Ben Varım!”

  3. Blogumu çok ihmal ettiğimin ben de farkındayım sevgili okuyucu. Lakin bu ödevlerden, sınavlardan ancak başımı kaldırabildim de nefes alır vaziyetteyim. Önümüzdeki Cumartesi yazar fakirinin önemli bir sınavı var. Sizler de dua ederseniz inşallah hayırlısıyla muvaffak olur. Sözü dolandırmadan yazıya geçiyorum.

    Hayatımız öyle hızlı akan bir yolun üzerindeki bazen duygularımızı unutuyoruz. Adeta birer makine oluyoruz ve sistemin bizi yönlendirmesiyle iş yapıyoruz. Halbuki hayattan optimum zevki almak için duygularımız lazım bize. Gülmek için, heyecanlanmak için, endişelenmek için, mutlu olmak için, şaşırmak için, sevmek için, korkmak için, gerekirse ağlamak için duygularımız lazım bize. Duygusuz olduğuna inanmıyorum hiç bir insanın. Tek ihtiyaçları duygularını ortaya çıkaracak bir şey.

    Genel itibariyle blogtaki yazılara kasvet hakim olduğundan, bugün bir değişiklik yapıp güzel olandan bahsedeceğim. Hazır ilkbaharın bu güzel atmosferi de hala kendini koruyorken, hoş olur diye düşünüyorum. Gülmek, mutlu olmak, sevmek fiillerinden dem vurarak, ucundan da sosyal medyaya değinerek hepsini bir potada eriteceğim bu yazıda.

    Her şeyden evveli, insan küçük şeylerle mutlu olmasını bilmeli. Her sabah gözlerini yeni bir güne açabildiği için, yeni bir bayrama daha kavuşabildiği için, hatta ve hatta saçını kestirip yeni bir görünüm kazandığı için bile tebessüm etmeli insan. Bir de hayatınızdaki kırılma noktaları vardır sizi gülümseten, mutlu eden. “Bir kitap okudum hayatım değişti” diyen nice insanın hikâyesini okuduk bugüne kadar. Günümüzde sosyal medyanın ne derece geliştiğini söylememize gerek yok sanırım. İşte şimdi “Bir tivit attım, hayatım değişti, değişiyor” diyen insanların hikâyelerini okuma zamanı.

    Kadın-Erkek ilişkilerinde hep bir taraf daha fazla sever derken kimileri, kimileri de sevmekmiş, aşkmış yok böyle şeyler deyip köşelerine çekilir ve adeta kabuklarına saklanırlar. Hâlbuki öyle midir gerçekte? Hayatımızda karşımıza çıkan sayısız stop sign bunları düşünmemize sebep olabilir belki, ama peki ya yeşil ışığı görüp de bekleyenler? Doğru kişiyle, doğru zamanda, doğru yerde olduğunuza kanaat getirdiğiniz anda beklemenin de zerre anlamı yoktur. Bu ilişkilerde en önemli hususlardan birisi de güven tesis etmektir.

    Öyle çiftler gördüm ki değme paranoyaklara taş çıkartırlar. Telefon şebekelerinin de kadim abonesi olan bu çiftlerin 7/Eleven dükkânları gibi çalıştıklarına şahit oldum. Yine bu çiftler kendilerine eziyet edercesine her cümlelerinin başına “aşkım, canım, cicim, bebişim, balım, şekerim” tarzı sıfatlarla sözde “aşklarının” değerini de yerin dibine soktuklarını gördüm. Bu davranışların hepsi aradaki güvensizlikten ve emin olamamaktan kaynaklanmaktadır.

    Madalyonun diğer yüzünde ise iyi haberler var. Yine gözlemlerime dayanarak gülmemizi, sevmemizi, mutlu olmamızı sağlayan “şeyi” tanımlamaya, daha doğrusu tam olarak nasıl hissettirdiğini anlatmaya çalışacağım. İlk intiba önemlidir derler ki gerçekten de öyledir. Tanışma faslında neler olduğunu bile anlamazsınız, zaten siz anlamaya varana kadar ilk tohumlar atılmıştır toprağa. Daha sonra gün-gece kavramları birbirine geçer, zaman-mekân mefhumunu ayırt etmekte de zorlanabilirsiniz. Bir süre sonra da melatonin, serotonin, ve endorfinin yani mutluluk hormonlarının bolca salgılandığını hissedersiniz vücudunuzda. Pek tabiidir ki nabzınız da bu sırada hızlı atar. Tüm bunlar olurken siz de düşünürsünüz; düş mü gerçek mi diye.

    Peki, tüm bunları yaşatan kişi hangi güzel huylara haiz onlara da değinmek lazım ki biraz da olsa rehberlik edebilelim.(Belirtmekte fayda var ki tüm söylenenler iki cins içinde geçerlidir). Efendim, her şeyden evveli sizlerin de gözlerinin içini güldürebilmesi için gözlerinin içi gülmeli. Anlayışlı olmalı ki olayları tek bir boyuttan ele almasın. Sen ve benden ziyade “biz”e odaklı olmalı ki “iyi günde, kötü günde” deme sırası geldiğinde güçlüce “evet” diyebilsin. Somurtmanın anlamı lügatinde olmamalı, aksine yüzünde her daim insanın içini ısıtan bir tebessüm ikamet etmeli. –Okuyucunun bir kısmı için değil belki ama- Güzel ahlak sahibi olmalı, isyan etmeyip hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine iman etmeli ki çocukları da güzel ahlak sahibi bireyler olsun. Cesaretlendirmeli ve destek vermeli en dar zamanda. Sosyal olmalı; gezmeyi, okumayı, dinlemeyi ve çalmayı sevmeli. İçine kapanık ve objektife küs olmamalı. Klişe tabiriyle “büyüklerini ellerinden, küçüklerini gözlerinden” öpmeli. Örf, adet ve ananelerine sahip çıkmalı. Son olarak da Türk kahvesi yapabilmeli ki hatırı hiç eksik olmasın. Okuyucunun şöyle yorumlayabilir bu sayılanları: “Bu sıralananların hepsinin bir insanda olması için büyük bir hayal gücüne sahip olmak lazım.”

    Ezcümle, küçük şeylerle kendini mutlu etmeyi becerebilen insanlar yeri ve zamanı gelince bilsinler ki mutlulukların en kallavisine kavuşacaklar. Hatırlayın; karanlığın en zifir olduğu an şafağın atmasından hemen öncesidir ve unutmayın; Allah sabredenlerle beraberdir(Bakara 2/153).

  4. Amerika yolculuğu gece yarısından sonra 2.30’da Taksim’de 96 T’ye binmemle birlikte başladı. Belediyeyi takdir etmek lazım aslında. Benim gibi absürt saatlerde seyahat edecekleri minimum fiyatla havalimanına ulaştırıyor. Havaş’ın da gece yarısından sonra 1-4 arası sefer yapmadığını düşünürsek 1.70 TL’ye amme hizmeti sayılır bu. Bu otobüs ek sefer olduğundan Yenikapı, Aksaray güzergâhından gidiyor. Yine de trafik olmadığından maksimum 45 dakika içerisinde AHL’de oluyorsunuz.

    Havalimanına girişte rutin güvenlik kontrolünde geçip içeri adım attıktan sonra ilk işim BoardPass’leri almak oldu. Aktarmalı bir seyahat olduğundan iki kartı da İstanbul’da teslim ettiler, güzel oldu. Gece yarısında uyuklayan havalimanı çalışanları ise bir kez daha para kazanmanın ne kadar zor olduğunu gösterdi bana. Boarding 5 dakika kadar geç başladı ve bu da muhtemel bir rötarın habercisi oldu aslına bakılırsa. Gate’ten geçtikten sonra insanları gözlemledim, bilerek kulak misafiri oldum. 1 yaşından beri çocuğunu kreşe yollayan Türk babanın çocuğuyla İngilizce iletişim kurmasına şahit oldum. Türkiye’de tikky, Amerika’da yuppi gençlik dediğimiz grubun üyesi olan iki kızın Los Angeles’a senelerdir gittiğini ve bu sene de gitmek için sabırsızlandıklarını ve bunları herkesin duyabileceği kadar yüksek bir sesle konuştuklarına şahit oldum.

    Ne kadar şanslıyım ki (!) yuppi kızlarımız tam arkamda oturdular. Sabah kahvaltısı diye dağıtılan iki sandviçin birisinin tavuklu olduğunu anlamam epey geç oldu. Allah affetsin J. Takribi 3.30 saat sürdü Schiphol havalimanına inmemiz. Amsterdam’a gidiyorsanız mutlaka cam kenarında oturmanız lazım. Ufuk çizgisine kadar uzanan tarlaların üzerine kurulmuş rüzgâr türbinlerini seyretmek, özellikle güneş yeni doğmuşsa büyük bir zevk olabiliyor. Uçaktan iner inmez Hollanda polisi(ama nasıl polis, zannedersiniz hepsi voleybol milli takımı oyuncusu) pasaportunuzu kontrol ediyor ellerinden gelen en sert üslupla. “Destination?” Senin ülkene meraklı değiliz işte, ne kasıyorsun anlamadım ki! Schengen ülkelerinin tamamı böyle sanırım.

    Beni Washington D.C.’ye götürecek uçak öğleden öğleden sonra 2.10’da olduğundan(sabah 8.20 gibi adım attık Amsterdam’a) Schiphol’de geçirilecek yaklaşık 6 saatim vardı. Önce diğer uçağın hangi kapıdan kalkacağını öğrendim. Schiphol Avrupa’nın en büyük ikinci havalimanı(imiş). Bulunduğunuz bir noktadan uçağınızın kalkacağı gate’e gitmeniz 25 dakika alabiliyor yürüme hızıyla. Hollanda menşeli olan KLM havayollarının da merkez üssü aynı zamanda(İki uçuşta da KLM ile uçtuk). Uçuş boyunca içtiğim sulardan hiçbir tat alamadım doğrusu. Susuz kalmamak için zoraki içtim desem yalan olmaz. Schiphol’deyken 1 litre suya tam 2.25 euro verince içimden bir “oha!” dedim. 19lt. damacana aldığımız fiyata 1 lt. suyu itelemelerine inanamadım. İçerisinde casino’su olan bir havaalanından da suyu sebil dağıtmasını beklemek anlamsız olurdu zaten. İnternet olayı ise ayrı bir sömürü sistemine dayanıyor. 30 dakika için 6 euro ödemek gerekiyor. Ayrı bir alan yapmışlar bunun için, orada insanlar dilediğince koltuklara yayılıp laptop’larından bağlanabildikleri gibi, desktop bilgisayarlardan da giriş yapılabiliyor. Orada otururken tam karşıma 30’lu yaşlarına yeni girmiş bir erkek oturdu. Nasıl bağlandığımı sordu ve ben de sömürü sistemini anlattım J İnternetin bedava olduğunu sanmış, biraz giydirdi oracıkta. Tanıştık kendisiyle. Amerika’da yaşayan bir İranlı, adı da David. İran’a ailesinin yanına gidiyormuş. Adının David olduğunu söyleyince, ben “Davut mu David mi?” dedim. David diye yineleyince, Müslüman olup olmadığını sordum. Hristiyanım dedi. Bana garip geldi ama muhtemelen Amerika’ya iltica ederken din değiştirdi bu vatandaş. Türkiye’ye de gelmiş 8 ay kadar önce. Kayseri’yi çok beğenmiş. Nevşehir’e gidip gitmediğini sorduğumda “orası neresi?” diye cevap verdi. Kayseri’ye gidip Nevşehir’i bilmemesi de enteresandı valla. Pastırma falan diye konuşurken, yandan bir kız “Türk müsün?” diye sorunca bana o da muhabbete dâhil olmuş oldu. 10 gün içerisinde Kanada’ya seyahatini planlayan ve 2 gün de vize alıp, vize aldığının ertesi günü İstanbul’dan Kanada’ya bilet alan bir kız J Anadilinizin konuşulmadığı topraklarda Türkçe konuşan birisini görünce insan bir değişik oluyor.

    Yolculuğun geri kalanı ve Amerika'daki ilk tecrübeler için ikinci bölümü bekleyin :) Selametle.

  5. Bayramlar

    9 Eylül 2010 Perşembe

    Yurtdışında idrak edeceğim ilk bayram olacak bu bayram. Şeker, Ramazan, Fıtr, nasıl çağırıyorsanız bayramı. Barış Manço’nun “Bugün Bayram” şarkısını dinleyince yıllar öncesine gittim; çocukluğuma. Bir gece önceden yeni elbiselerimi dolaba asar, saatlerce seyrederdim. Çocukluğum birçok şeyi sembolize etmekle geçmişti belki de. Bayram namazından gelir, annemin hazırladığı kahvaltı sofrasına oturmadan önce bayramlaşırdık. Ardından tabiri caizse koşa koşa dedem ve anneannemin evine giderdik. Çocukluğumun çok büyük bir kısmını onlarla birlikte geçirmiş olmamdan dolayı yerleri apayrıdır, öyle de olacaktır her zaman. El öpme faslından sonra, teyzem hazırladığı kumaş mendilleri verirdi ama nasıl bir mendil; süslenmiş, özenle ütülenmiş, beyaz üzerine lacivert çizgili olurdu genelde benimkisi. Ardından anneannemin o unutulmaz bayrama has lezzetleri: zeytinyağlı yaprak sarma ve cevizli baklava. Aman Allah’ım, yok böyle bir lezzet. Vedat Milor ya da Mehmet Yaşin fark etmez en kral gurme gelsin, parmaklarını yemezse adam değilim. Şimdi ise çok uzaklarda bayramı geçirecek olmanın bir burukluğu üzerimde. Şişli Camiinde Sarıgül’le birlikte(swh) bayram namazını kılamayacak olmanın, Emin Hoca’nın vaazını dinleyemeyecek olmanın garipliği. Babamın “hadi geç geliyoruz” nidalarından eksik bir bayram olacak bu bayram. Yer yokluğundan camide değil de genişçe bir alanda kılınacak bir bayram namazı olacak üstüne de.

    Geleneksek bayram tebriği yazım bu sefer anılarımla doldu taştı, kusuruma bakmayın. Efendim bayramlarda küslük olmaz derler. Siz, siz olun, alttan alan taraf olun. Yaşça küçük bile olsanız büyüklük sizde kalsın. Ziyaret edemeseniz de arayın, arayamasanız da mesaj atın. Bir şekilde bayramını tebrik edin. Dostlarınızı, arkadaşlarınızı, yakın akrabalarınızı, tüm İslam âlemini bu bayramda da dualarınızda unutmayın. Bayrama hüzünle giren Pakistanlı kardeşlerinizi de bilhassa unutmayın. Bayramınız mübarek olsun. Bizleri bu bayrama da kavuşturan Rabbimize hamdü senalar olsun. Selametle kalınız.