Nedenini anlayamadığımız, anlayıp da karşı koyamadığımız bir yığın ayrılıklarımız olur nefes alıp verişimiz süreklilik arz ettikçe. İnsanın doğasında var ayrılık. İlk ayrılığı anne karnında yaşarız. Orayı hepimiz çok sevmişizdir hâlbuki ayrılmak zor gelir 9 ay 10 gün sonra. Orayı o kadar sevmişizdir ki, ayrılışımızın ilk saniyelerinde ağlamaya başlarız hiç susmamacasına. Ardından zorlu bir viraj olan eğitim hayatımız başlar ve biz yine bir ayrılık acısı yaşarız o çocuk yüreğimizde. Annemiz elimizi bırakır, sınıfın kapısını gösterir ve “hadi yavrum ders başlıyor, sırana geç.” Der. Hayatımızın büyük bir bölümünde olduğu gibi yine yalnız kalmışızdır yaban(!) ellerde. Tutamayız kendimizi, tutamayız gözpınarlarımızı. Hüngür hüngür ağlamaya başlarız kalabalık sınıfa aldırmadan. Çok geçmeden bu ayrılığın izleri silinir körpe zihinlerimizde. Bir sonraki ayrılığımızı ilköğretimden ve liseden mezun olurken yaşarız. Hemen hemen aynı hüznü yaşatır mezuniyetler ve artık büyüklerin gözünde koca kız/adam sıfatlarına yaraştırılır insan. Bu yaşa kadar yaşanan ayrılıklar unutulur, yıllar sonra ayrılığın emarelerini göremezsiniz hiç kimsede. İşte ne olacaksa o kapıdan girdikten sonra olur: Üniversite’nin heybetli kapısı! 4 sene boyunca yaşananlar ne unutulur, ne de başka bir zamanda başka bir yerde başka çehrelerle yaşanacak cinstendir. İnkâr edilse de en asil duygular burada çıkar insanın karşısına. Birliktelik, yardımlaşma, çaresizlik, yalnızlık, sevgi ve daha sayılamayan birçok duyguyu son haddesine kadar hisseder bünyesinde insan. Kimi zaman ayrılık da kapıyı çalar.
Sözün bittiği yerde başlar ayrılık! Vedaların zor olduğu bir yerde, veda edemeyen bir kişiyle vedalaşmak kadar zoru yoktur arkasını dönüp gidecek olan için. Ne dese boştur, ne de olsa sözün bittiği yerde başlar ayrılıklar. Lakin şu dizeler de bir gerçeklik yatar; "ayrılıklar seni umutsuzluğa düşürmesin, bir daha buluşmak için bir elveda gereklidir.” Bu dizelerin gerçekliğinin su götürmez olmasına karşın; bu yazıda yer almasının tek sebebi yazarın ve yazmaya sebep olanın kendi kendilerini avutmalarına yardımcı olmaktır. Ayrılıklar insanı yazmaya sevk eder. Gidene methiyeler düzülür adeta. Yazmak aradaki kilometreleri azaltmasa da hasret rüzgârlarına gem vurur. O anda uzak diyarlardaki kahraman düşlenir hep. Ayrılığın ilk dakikasından itibaren kavuşulacak günün gelmesi beklenir bir çocuk gibi. Bir çocuğun gülümsemesinde de eritilebilir aradaki mesafeler, bir kartpostalla da. Unutulmamak, her daim hatırlanmak tek isteğidir insanın. Gidilen memleketin havasında, suyunda, taşında, toprağında arkada bırakılanın kokusu, sesi, görüntüsü tahayyül edilir dimağlarda.
Aslında “Ayrılık” denince akla veda gelir ve vedalar her zaman için hüzünlüdür. Şehir hatları vapuruyla seyahat edecek olana edilecek vedada zordur, sadece kontrol noktasına kadar yanında olabileceğiniz dış hatlar yolcusuna edilecek vedada. Aralarındaki tek fark dış hatlar yolcusuna kavuşmanın vakit almasıdır.
Ve işte o an gelir: “Veda!”
Ayrılığın bir gün öncesinden kendini ruhen hazırlar insan. “Ağlamayacağım, ağlamayacağım” diye telkinlerde bulunur adeta kendisine aynanın karşısında. Derin derin nefes alır, verir ve kendisini hiç gelmesini istemediği ertesi güne hazırlar. O gece radyoda tesadüfen dinlenilen şarkının sözleri arasında yer alan şu dizeler derin düşüncelere gark eder veda öncesi: “…ay bile çeker gider beni hiç düşündün mü?” Artık ayrılmaya dakikalar kalmıştır. Havalimanında yapılan rutin anonslardan biri daha yapılır vakti gelince. “Türk Hava Yolları’na ait xxx sefer sayılı uçak xx dakika sonra x no’lu terminalinden havalanacaktır.” Bu anonstan sonra nefes alıp verişler ve kalp atışları düzensizleşir. Akıllardan hiç istenmese bile “Gidip de dönmemek, dönüp de bulamamak var.” Cümlesi geçer. Bu cümlenin tesirinden midir bilinmez, öyle bir sarılır ki karşıdakine insan sanki hiç bırakmamacasına. Son kez kokusu ciğerlere çekilir, ses dalgaları dikkatle dinlenir, baştan aşağı süzülür. Gözpınarlarına hâkim olma sözü de tutulamaz, işte “o an” hafızalara kazınır bir daha silinmemek üzere. Tablo hüzünlü, kasvetli bir o kadar da kederlidir. Birkaç tanıdık dize dökülür o esnada dudaklardan;
"Sana gitme demeyeceğim.
Gene de sen bilirsin.
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim,
incinirsin.
Sana gitme demeyeceğim,
ama gitme, lavinia.
Adını gizleyeceğim
sen de bilme, lavinia."
Ama ağlanmamalıdır; çünkü hayaller gözyaşları üzerine inşa edilmemelidir!
Ağlanmamalıdır; çünkü gözün nurudur gözyaşı, yerinde mutludur.
Ağlanmamalıdır; çünkü tekrar buluşmak için gereklidir ayrılık.
Ağlanmamalıdır; çünkü insan yılların telaşlarda bu kadar çabuk geçeceğini hayal edemezdi!
Ağlanmamalıdır aslında; ama ağlayana da engel olunmamalıdır. Ne de olsa kimse “sabret, o gelir diyor” demez.
Ve işte günbatımına doğru yol alma vakti gelmiştir. Kulaklarda nereden geldiği belirsiz bir tını;
"fikrimden geceler yatabilmirem
bu fikri başımdan atabilmirem
neyleyim ki sene çatabilmirem
ayrılık, ayrılık aman ayrılık
her bir dertten olar yaman ayrılık
uzundur hicrimden gara geceler
bilmirem men gedim hara geceler
vuruptur gelbime yara geceler"
Arkasını dönmüş gidiyordur, birkaç metre gittikten sonra arkasını döner ağlamaklı bir gülücük savurur gül yüzüyle ve el sallar ağır ağır. Bu arada az önce kulaklarda kendini hissettiren tını şiddetini artırarak devam eder. İçerisinde bulunulan durum elem bir tablodur ve ayrılık ateşten bir oktur.
0 yorum:
Yorum Gönder